Tulle Dime

Tulle Dimensions. Gerçek ya da kurgu muydu, yoksa gerzek ve karga mıydı?

26 Aralık 2010 Pazar

Bir yerde yabancı olmak


Hani herkesin aklında kendine ait bir resim vardır ya zamanla değişime uğrar, ya da zamanla gerçek olana daha fazla yaklaşırsınız, benimki de otuzuma bir kala böyle bir dönüşüm.

Kendimi aykırı biri olarak değerlendiremem, ama aykırıkları görmeyi seven biriyim. Neden böyle, neden çizginin dışındaki insanları seviyor ve normal olanlardan sıkılıyorum bilmiyorum. Çünkü ben gerçekten çizgi dışı biri değilim. Eskiden kafamda kendimi bir nevi savaşçı, güçlü, cesur vs vs olarak kodlardım, mesela bugün biliyorum ki fazla hassas, güçlüden çok kendi kendine yetmesini bilen, tartışma ve kavgadan nefret eden, güvende olmayı seven biriyim. 

Değişmeyen şey hala aykırı insanlara olan ilgim:) Sanırım bu kafasında bir ütopyayla dünyaya gelen birinin görmek istediği izdüşümleri ile ilgili. Herkesin her çeşit kimliğin içinde bulunduğu bir toplumda yaşamayı hayal etmişimdir her zaman. Mesela bir kişinin bile bir diğerine benzemediği bir toplum düşünün. O zaman insanları bir arada tutan şeyler bugüne kadar savaşlara sebep olan din, ırk, töre, ahlak vs olmayacaktı, ne olurdu peki? 

Dedim ya bir ütopya ise düşlenen, e düşünen de deha değilse çözümlemeler hep pozitif oluyor: İnsanlar bu kavramlardan sıyrılabilselerdi, nasıl yaşarlardı sorusu hep kafamı kurcalamıştır. Eskiden Hemingway'in kitabını çok beğendikten sonra kim diye araştırırken bir "dünya vatandaşı" kavramı olayı çıktı önüme. Kavramdan çok etkilenmiştim. Sonradan aklımdaki bu ütopya farklı kültürlerden örnekler gördükçe değişime uğradı yine: Bu kez herkesin birbirinden farklı değil, birbirinden farklı toplulukların (ama çok sayıda değil) bir arada yaşadığı bir düzen. Kapı komşum amazon olsun mesela, karşı komşum Arap falan.

 Belki bu sebepten daha aykırı demeyeyim de farklı hayat ve tercihler ilgimi çekiyor. Bana yeni bir şeyler öğretebileceklerini düşünüyorum. Öğrenebilir miyim o ayrı soru. Çünkü birşeyi kendi doğal durumunda gözlemek lazım. Aykırıkların gizli yaşandığı bir yerde doğallık da bozuluyor ister istemez. Ben de organik elma yemektense gdo ile idare ediyorum:) Belki organik olanları görmek için harekete geçme zamanım  geldi de geçiyor. Şu yurt dışı seyahat işini planlamam lazım.  

25 Aralık 2010 Cumartesi

aks-i kaziye

bugün bir beden büyük geçsin istiyorum; kocaman bir gülümseme, kocaman bir bardak çay, üstüme büyük gelen kıyafet ve dilinden anlamasam da içimden aklıma gelen ilk sözlerle eşlik ettiğim bir müzik.. ve bir de kocaman ben:)



24 Aralık 2010 Cuma

Benden geçti mi demek istiyorsun?


Kilim gibi dokumada mutsuzluğu
Gidip gelen kara kuşlar havada
Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden
Tabanında depremi kara güllelerin
Duymuyor musun

Kaldır başını kan uykulardan
Böyle yürek böyle atardamar
Atmaz olsun
Ses ol ışık ol yumruk ol
Karayeller başına indirmeden çatını
Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm
Alıp götürmeden büyük denizlere
Çabuk ol

Tam çağı ise başlamanın doğan günle
Bul içine tükürdüğün kitapları yeniden
Her satırında buram alın teri
Her sayfası günlük güneşlik
Utanma suçun tümü senin değil
Yırt otuzunda aldığın diplomayı
Alfabelik çocuk ol
Yollar kesilmiş alanlar sarılmış
Tel örgüler çevirmiş yöreni
Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende
Benden geçti mi demek istiyorsun
Aç iki kolunu iki yanına
Korkuluk ol
 
Rıfat Ilgaz

23 Aralık 2010 Perşembe

Konusu Olmayan Yazı

Bu yazının hiçbir konusu yok. Valla nereye gidecek bende bilmiyorum. Bugün bir yardım kuruluşunda da çalışmaya başladım. Gönüllülük esasına dayanan ama kendi alanım olan "yazı" ile ilgili bir görev üstlendim. Şöyle ofis ortamına göz attığım zaman girişte aradığım sinyali gördüm. İlgili olduğum birimin bulunduğu kata çıkarken birinin "Genel Müdürüm" diye hitap ettiği kişi ile asansör kapısında karşılaştık ve buyrun hanımefendi diye önceliği bana verdi. (Not: Kısa bir görüşme için uğradığımdan ve akabinde antreman yapmaya gideceğimden dolayı eşofmanlarımla gitmiştim.)
Oldukça keyifli, ve yıllar sonra dönüp baktığımda da aynı keyifle hatırlayacağımı düşündüğüm deneyimler yaşayacağımı zannediyorum. (Farklı alanda ama benzer amaçla edindiğim başka deneyimlerin gerçekten beynimin salonunda çerçevelenmiş halde duruyor hala.)
Diğer işimden de memnunum. Yabancılarla çalışmak daha keyifli, hem de pratik oluyor.
Bir de şu okul olursa sanırım esas istediğim yere doğru hızlı bir tura çıkacağım:)
Gazetelere göz attım önce, takip ettiğim birkaç yazar dışında keyif vermedi okuduklarım. Bugün önümde oturan kadın geldi aklıma. "Yok Türkler gerizekalıymış, yok demokrasi bizim millete large geliyormuş."
Neye hasretim biliyor musunuz? Sadece "Ben" diye başlayan cümlelere.
- Ben şöyle düşünüyorum
- Ben bugün .....
Sarmal halinde aynı sorunsalın önüme gelmesi garip. Yine geçtiğimiz ay katıldığım bir "edebiyat" atölyesinin ilk dersinde "konunun insanlar şöyledir böyledir" e gelmesi sonucu yaşadığım diyalog sonrasında orada bulunanların arasından telefon bahanesi ile kaçtım. Bir daha da dönmedim. Diyaloğun kırpılmış hali şu şekilde idi:
Öncesinde insan ahlakı üzerine cafcaflı laflar havada uçuştuktan sonra bunu en çok yapan hanıma sordum:
- Buraya geldiğimden beri insanların nasıl olması gerektiğini dinliyorum. Şimdiye kadar kimse "ben" ile başlayan bir cümle sarf etmedi. Halbuki ben buraya sizleri tanımaya, sizlerden feyz almaya geldim. Gerçekten bu kadar mı kamiliz ki, başka insanların nasıl olması gerektiği hakkında bu kadar kesin konuşabiliyoruz?
Hanım bana dönerek: ( direkt ona sormamıştım ama onun cevaplayacağını biliyordum:))
- Ne demek istiyorsunuz, açık konuşun?
- Gayet açık konuşuyorum hanımefendi. İsterseniz daha net olayım. Siz o kadar kamil bir kişimisiniz ki, "ben" ile ilgili tek cümle sarf etmeden başka insanların gerekliliklerinden bahsedebiliyorsunuz? Daha açık sorayım siz nasıl birisiniz?
- Ben .... müsteşarlığında .... 'ım! dedi yine aynı gafletle. Üzerine diyecek lafım kalmadı, sonrasında yine aynı tarz örnekler verebileceğim konuşmalar olunca (mesela birisi "haklısınız aslında BİZ de sizin gibi düşünüyoruz ama insanlar... deyince yine ahahhaha) ben de tedbili mekandaa ferahlık vardır lafına uyarak kaçıkaçıverdim...
Diyeceğim şu: İnsanlar ....hahahhah Ne diyeyim ki? Seviyorum burayı.
Neyse, toparla Mürsel hop!
Bu ve benzeri durumlar aslında şu andaki seçimlerimde rol oynuyor sanırsam. Uzun zaman önce "kurumsal" şirketlerden vazgeçeliberi, zamanımı kendimin ayarlayabileceği bir hayat modeli üzerinde daha çok duruyorum.   Zaman ne gösterir bilemem, şimdilik bir şikayetim yok...
Şu düşünceyi somutlaştırma deneyine inancım artmaya başladı ondan bir düşüncemi daha somutlaştırmak istiyorum.
Yeni Zelanda bekle beni!

21 Aralık 2010 Salı

Komünüst Helelle

Bugün arada menemenini oldukça sevdiğim bir yere uğradım. Genelde hizmet sektöründe çalışan insanların hizmetinden faydalanıyorsam bazen onlara "arkadaşım" diye hitap ederim. Özel bir anlamı yok, sadece alışkanlık.
Bugün siparişimi verdikten sonra servis yapan çocuğa "teşekkür ederim arkadaşım" dedim. O sırada orada oturan iki teyze bana baktı. Biri eğilip diğerine güya fısıldayarak, daha doğrusu sessizce bağırarak, "komünüst bu komünüst şapkaya bak, belli." dedi. Güldüm kendi kendime, şapka da bu fransız berelerinden bordo renkli alakasız bir şapka. Komünist kim ben kim... Mehmet Altan'ın bir yazısında vardı, bu komünist avının iyice hız kazandığı zamanlarda kızı okul müsameresinde kırmızı kurdela takıyor diye çocuğu sorgulamaya çalışmışlar:D Belli bir yaşın üstündeki kuşak bunların izlerini ciddi şekilde taşıyor. Bakalım bizim kuşak neyin izini taşıyacak?...

Hergün Yeniden Aşık Olma Deneyi


Aslında burada özel bilgi yazmaya karşıydım. Bu blogu açma sebebim hoşuma giden yazı, fikir ve insan hallerini paylaşmaktı. Son yazdığım post ile anladım ki burada o anda içinde bulunduğun kendi halini yazınca, daha sonra dönüp baktığında duygulardan sıyrıldığın için sorunu eline alman gereken bir matematik problemi gibi görüp, çözüyorsun. Başıma gelen şey bu. Aslında bir önceki postta hayallerimden uzaklaştığımı ve bu mesafe yüzünden kendimi mutsuz hissettiğimi anlatmıştım. Ve bir gün sonra çok alakasız bir yerden hayallerime yakın temas kurabileceğim bir fırsat doğdu. Şu an kendimi hergün yeniden aşık olacakmış gibi hissediyorum. Başka türlü tarif edemem, hiçbir başarı bu duygunun verdiği tatmini vermiyor. Konuma gelirsem, şimdi inancımı açıklıyorum, gülmekte serbestsiniz, bence buraya bir durum yazınca bu yazı bir şeyleri harekete geçiriyor ve çözüm sana geliyor. Bunun doğru olup olmadığını anlamak için burada deney yapacağım:)
Einstein "İnsanlar düşüncelerinin kendilerinden çıktıktan sonra dünyayı dolaşıp kendilerine geri döndüklerini bilselerdi, buna inanmazlardı." tarzında bir laf etmiş. Ben de bunu denemek istiyorum. Düşüncemi yazı formu ile burada somutlaştırmayı denemek istiyorum yani. Bakalım dünyayı gezip bana çözümü fırsat olarak çıkartacak mı yine:)
Ve şu an; fırsat nambır van geldi, ehehhe iyiki geldi.
Harika hissediyorum.
Bir sonraki deneye hazırım. Düşüncemi somutlaştırıyorum:
Şu Amerikan Dili programına kabul edilmek istiyorum.
İmkanımın el verdiği ölçüde daha önce gitmediğim yerlere gitmek istiyorum.

ayyy çok heyecanlandım ehihohue.

18 Aralık 2010 Cumartesi

acaba

Gözlerimi kapatıyorum. Kulağımda müzik sesi, kendimi bir asfaltta son sürat giderken hayal ediyorum. Sonradan aklıma geliyor: "Acaba" diyorum. "Gözlerini kapat ve hayal kur, şu an nerede ve ne yapmak istiyordun?" gibi bir soru gelse o an yaşadığın ile hayalini kurduğun anın çakıştığı kaç nokta vardır hayatında. İki farklı gerçeklik gibi hayallerin ve gerçek dünyanın çakışması durumundan bahsediyorum.
O an gözümü açtığımda kendimi otobüsü içinde buluyorum:))))
Arabam olsa idi bu kez de sıkışık trafikte eve gitmeye çalışırken bulacaktım okuyucu, dolayısıyla arabamın olmaması ile ilgisi yok...
Sonra bunun için ne yaptığımı düşündüm. Cevabımı da beğenmedim..)
bir şeyler yapmalı...

11 Aralık 2010 Cumartesi

Şehre İndiğinde

9 Aralık 2010 Perşembe

Hani Yol Görünürde Gitmezsin, öyle...


5 Kasım 2010 Cuma

Zamanın noktalama işaretleri





ya siyah ya da beyaz, nokta koyacaksın dermişim. 

Sonra bir bakmışım, tekrarlaya tekrarlaya tekrarlaya üç noktaya ulaşmışım, aslında cümle sonlarında hep söylenmesi gerekenleri bırakmışım... 

yine de bir zamana inanmışım. Yüklenip dilimin yeraltından geçen kelimeleri fikrimin çuvalına, demişim zaman bir sensin doğru olan,  gerisi göreceli, yalan bile dolan...


neyfa

25 Ekim 2010 Pazartesi

Benzerlik üzerine


İnsanların gelişmesi için farklılıklarla bir arada bulunması faydalı bir şey. Ama bazen öyle anlar oluyor ki insan hayatında, durduğunuz yerin izdüşümlerini çıkartan aynanız "çatlayabiliyor". Yani bir insanın her zaman kendini bilmesi çok da insani gelmiyor benim kulağıma. Bu çatlak anlarda yalnızlık sadece "benzer"lerle paylaşılabiliyor, çünkü görme ayarını aynı ayara sahip bir göz düzeltebiliyor.  
"Similia similibus curantur." yani "Benzer benzeri iyileştirir." 

21 Ekim 2010 Perşembe

Ya içindesindir simitin, ya da dışında kalacaksın... umarım kalırsın...


Mekan: Ankara’da ismi lazım değil bir semtin, ismi lazım değil bir kavşağı…
Zaman: Sabahın çok erken saatleri, hafta içi...






O sabah bindiğim otobüs her zamankinden daha kalabalıktı. Böyle zamanlarda etraftaki insanların yüzündeki memnuniyetsizliği fark edince,  benim de yüzüm asılıyor ve herkesle içimden aynı şarkıyı tutturuyorum: “Sevemiyorum sizi. Bakamıyorum yüzünüze; yorgunluğunuza, bıkkınlığınıza… Şaşırıyorum bazen kendime, halbuki insanları severim ben, ama sizi sevemiyorum." 
Malum memnuniyetsizlik denen mefhumun aynası kırık, tamamen senden yayılır ama bakınca hep başkalarını görürsün…

Kendi durağıma geldiğimde offff diyerek dışarı atıyorum kendimi. İstiyorum ki hava “Naber güzelim?” desin, şöyle bir okşasın yüzümü… Böyle kısa bir flörtten sonra bir soluk alıp kavşağa geliyorum ve bu kez güzergahıma gidecek minibüsü bekliyorum. Ve o an kameram karşıdaki simit satan küçük bir çocuğa takılıyor. Öylesine bakarken arkasından elinde simit tezgahı olan büyük bir adamın çocuğa doğru bağırarak geldiğini fark ediyorum. Adam “Hölololloalalaghhhhh sitiir höaghhh” nidaları atarak gelirken çocuk acele ile tepsisini alıp uzaklaşıyor ve ardında 3 bilemedin 4 simit düşüyor yola.

Adam çocuktan boşalan yere geliyor, çocuğun arkasından bakarken güldüğünü görüyorum. Dikkatimi çeken gülüşünün kötü adamların “nihohoho” diye attığı kahkahaları andırmaması. Hayır eminim böyle bir şey değil. Daha çok hakkını savunmuş ve zorlukla kazanmış birinin takındığına benzer bir tavrı vardı. Sağa sola baktı, çocuktan kalan simitleri yerden aldı ve onları bir torbaya koyup duvarın üstüne bıraktı.
 Keşke kötü adamlar gibi gülseydi, o zaman kızabilirdim ona. Ama anladım ki o da kaçan bir çocuktu zamanında. Kaçan çocuk da o olacaktı….

13 Ekim 2010 Çarşamba

Evden Kaçıp Şarkıcı Olmayın, Sesli Kitap Okuyun


http://www.seslikitapgonulluleri.com http://www.seslikitapgonulluleri.com http://www.seslikitapgonulluleri.com http://www.seslikitapgonulluleri.com

Görme engelli vatandaşlarımızın ne kadar zor durumda olduğunu sonbaharda düşen yapraklar ve gözyaşı teması ile anlatmayacağım sayın okuyucu! Bunu bekleme benden:)
Kitap en iyi dosttur da demeyeceğim, palavra! Ama kitap bir çeşit aşktır, nefret edebilirsin, yüceltebilirsin, hayatın anlamını onda arayabilirsin...
Kelimeler gerçek olan şey. Sesli olmuş ya da yazılı olmuş, ister dinle, ister oku... Bu bakımdan senin onlardan farkın yok, bunu anlatmam lazım önce.
Bunu bilen vatandaşlarımızda böyle bir site açmışlar. İsteyen evinde, sıcacık ortamında kitap seslendirip yollayabiliyor...

30 Eylül 2010 Perşembe

Canın Sıkılırsa


Canın sıkılıyorsa bana bir makale yaz, orospuların amorti organlarını anlatan; sonra biraz eroin vururuz şehrin en ciddi arterlerinde; gelip geçen arabaların ön ve arka camlarına taş atarız; yan camlardan genellikle çünkü çocuklar bakar ıslak ıslak. Sen bakarsın ıslak ıslak. Sinyalizasyonun en muhteşem rengi gözkapaklarına vurur, dudaklarının çatal arasına vurur, kaşlarının kalkık isyanına vurur; ben sana vururum, sen bana vurursun, birbirimizi önce döveriz, sonra birbirimizi öpe öpe bağışlatırız birbirimize birbirimizi. Ben bir'i seviyorum, sen iki'yi; bak, eşitiz. Ah, tabii, buradan uzakdoğu görünüyor; ben bunu ciddiye almamıştım. Buradan Irak, buradan Amerika'nın Çin'i istila düşleri görünüyor; ben bunu Nâzım'a yazmıştım, Paz'a yazmıştım, bir tek Kafka cevaplamıştı. Ama Kafka'ya tek satır yollamamıştım, o hissetmiş, hemen tepki vermiş. Sait'i benim için öp, demiş. Sait öldü. Sait ile Faik, aslında ikizdiler; Sait, hep hırpalardı Faik'i; ona nankör derdi. Sen balık, yiyorsun. Balık yenmez, balık yüzer derdi. Sosyalizm yenmez, sosyalizm yaşanır derdi. 

Canın sıkılıyorsa bana bir deneme yaz, eşcinsellerin kaç deliği olduğunu tez haline getiren. Chat'teki faşistleri yaz, aldatan, buluşan, döven. Bana uzak bir şehirden gelen delikanlının gözlerindeki o endişe dolu aşkı anlat. Onun dudaklarındaki sırf mavi haritaları anlat. Citygide'ları anlat onun titrek parmak uçlarında biriken. Sevdiği kızı anlat. Ben seni dinliyorum. Mersiye ol bana. Mersiyeye sıkışan tahakküm sınırını anlat. Naziredeki esrar kompleksini, ele geçirilen uyuşturucunun piyasa değerindeki düşüşü, ırzımdaki asker kökenli, gelenekçi, ahlaksız şairleri anlat. Canın sıkılıyorsa, bana beni anlat. Ben dinliyorum. Ben sende tatildeyim. Ben sende bir şezlong problemiyim, hususi vasıtayım, kısa menzilli sevdayım, klorofilim, pikrik asidim, oyum işte; ne diyorsan oyum, oyuğum.

Ben iki'yi seviyorum, sen bir'i; bak, eşitiz. Bir imla kılavuzu duruyor sereserpe vücudunda: Bütün kelimelerin doğru, bütün işlemlerin tamam. Sağlaması yapılmış bir çarpım gibiyiz sevişmelerden sonra: İkimizden biri sıfır olsa, diğeri ise istediği büyüklükte bir sayı; farketmeyecek sonuç = sıfır. Bunun endişesiyle sevişiyoruz hep. Ya yataktan sıfır çıkarsa diye. 

Canın sıkılıyorsa bana bir masal yaz; kim bilir belki sen de zengin olur, şatolarda yaşarsın cücelerinle. Oysa onlar cüce değil, senin boyun uzun. Senin boynun uzun, ellerin uzun, öpüşün uzun. Geceleri, büyük bir melankoliyle camdan dışarıya, yağan yağmurun altındaki far ışıklarına bakışın, o bakışın uzun. Üzülme beni bırakıyorsun diye; biraz vakit geçirdin kısaca, oyalandın işte; insanoğlu, oyalandıkça büyür. Geçip giden hiçbir şey gaflet sayılmamalı, zaman dahil. Zamanın aklî dengesini bozan trajik sevgililer olacağımıza aynı hastalığın iki farklı belirtisi gibi yaşarız başkalarının vücudunda. Daha çok çiçek açarsın, salacak daha çok kokun var zulanda. Şüphesiz, eklenmeye gelmedin ya dünyada birine, birilerine - start hakemin de yok parmağının kasıldığı tetikte. Korkmuyorsun da: Ya namludan sıfır çıkarsa diye. Ben seni dinliyorum. Sen bana olur olmaz, sevdiğin kişinin kamera arkasını anlat. Çekim hatalarını. Onu ilk ilhak edişini. İşgale koşan istila güçlerinin salyalarını, irileşen gözbebeklerini, bir yengecin atak yaptığı sırada, aslında yana ilerlemesinin hayvanda yarattığı depresyonu, kumsaldaki diğer deniz yaratıklarının bunu alay konusu yapmasını, bu salaklığın nesilden nesile aktarılmasını, o yengecin bana benzediğini, benim o yengece benzediğimi, benzeşen şeylerin sıfıra karşılık geldiğini, evet, hep bunları anlat. 

Ben seni dinliyorum. Konuşur gibi yazarlar ya, konuşur gibi dinliyorum seni. Konuşur gibi sustuğuma da bakma; kendisiyle oyalanılan bütün nesneler kadar gizli özneye has gizli bir özgüven bu. Çember ile daire'nin arasındaki fark kadar, yani bir alan sahipliği meselesi. Gurur meselesi. Ur meselesi.

Tahtından indirilip boynu vurulmaya götürülen çocuk padişahlar, "Eve mi gidiyoruz, oyun bitti mi?!" diye sormuşlar mıdır?! Kaç çocuk sevgilinin boynunu vurdun sen?!

Ayağı kırıldığı için öldürülmesi gereken atlar, "Ben yalnızca bir ayakmışım yalnızca!" diye söylenmişler midir kendi kendilerine?! "Ve nal, hani uğur getirirdi?!" Ayağı kırılan kaç sevgiline silah çektin?!

Kaç filme yarısında girdin, kaç filmin yarısında çıktın; kaç aşka sürpriz başlangıç yaptın, kaç aşkın ortasında bir 'game over' hissi kapladı içini?!

Canın sıkılıyorsa müzik setine en vahşi parçayı koy ve doktorunu ara:
"Her gece rüyasında
boynu kırılarak ölmüş birini gördüğünü söylerdi
ilk sevgilim.
İkimiz de henüz altı yaşındaydık ve ben
ne zaman çukulata yesem
altımı ıslatıyordum kahverengi ve sütlü.
Annem, "Bu çocuk gerizekâlı" diyordu
babama, babam ise televizyondan ayırmadan bakışlarını
"İyi!" diye mırıldanıyordu ağzının içinde
ağzının içindeki patlamış mısırlarla birlikte çiğneyerek kelimeleri
"Şair olur belki ilerde!"
Aleni tahrik unsuru. 'Modern zamanların şartlarına aşina bir yaradılış kabiliyeti' besbelli. İlk sevgilimle kibrit kutusunun içinde beslediğimiz ilkel tanrı kıvamında bir toz örümceğimiz vardı. Besliyorduk, ama ne ile beslendiğini bilmeden hayvanın. Bir keresinde sevgilim -ki ilkti, "Bu bizim kızımız!" dedi, "Çiftleşmeden hallettiğimiz kızımız! Büyüyünce itfaiyeci olsun istiyorum!" "Salak!" diye çıkışmıştım ona, "Örümcekten itfaiyeci olmaz! O ilkel bir tanrı, amip gibi yani, tek hücreli bir ilah! Çekirdeği küçücük!" "Küçük çekirdekli! Küçük çekirdekli!" diye alay etti benimle. Aleni tahrik unsuru. İlk sevgilim, evlerinde çıkan bir yangında öldü. Toz örümceğinin yaşadığı kibritle oynarken.. Henüz altı yaşındaydı ve altı santim bile yoktu boyu. Ama altı gram kadardı beyni, eminim. Altı gram kadardı büyük büyük babalarının toplam ağırlığı. Annem, bağıra bağıra ağlayarak helva pişirdi bütün gün. Sonra bütün gece bir tencere helvayı yedi babam, televizyon haberlerinde yangından söz edilmemesine içerleyerek.
İlk sevgilimin üstünden bayağı sevgili geçti Ve ben artık altı yaşında da değilim Annemi ve babamı gömeli çok zaman oluyor En az üç cumhurbaşkanı ve iki rejim değiştirdik Kilometrelerce kumaş harcandı yeni yeni yeni tasarlanan bayraklarda Tüm Ortadoğu'yu kapsayan bir club açtı Amerika adı gala geceleri kırmızı halı serilse tüm evrene, ne halıdan ne benim aklımdan geçer."
Canın sıkılıyorsa bunları düşün bir ara; koy karşına sıfır'ı ve ona istikrarlı yaşanmış bir hayattan, alıntılanmış yarım mısralar ısmarla. Canın sıkılıyorsa...


küçük iskender.

Ruhtan Kesilen Vadi


Sometimes it's like someone took a knife baby
edgy and dull and cut a six-inch valley
through the middle of my soul


Bazen bebeğim birisi tedirgin ve kör bir bıçağı almış
Ve ruhumun ortasına doğru 6 inclik bir vadiyi kesiyormuş gibi...



Bruce Springsteen - I'm On Fire
Yükleyen Mplay. - DiÄ�er müzik videolarına göz atın.


24 Eylül 2010 Cuma

Öğrenmek için bakıyorum, hep bakarak öğrendim çünkü

Öğrenmek için bakıyorum, hep bakarak öğrendim çünkü. Baktığımın yüzde doksanından tiksinirim, kalan yüzde onu sevdiğim için bakıyorum. Neyin eksikliğini çektiğimi bilmeden sürekli eksiklik çekiyorum, ondan bakarım, ararım, bir hakikat perest gibi"


Ahmet Güntan

19 Eylül 2010 Pazar

jedi mısın anakin, yoksa sith misin...


Madrugada - Majesty
Yükleyen EMI_Music. - Yüksek çözünürlüklü video keyfini yaÅ�ayın!

jedi misin Anakin, yoksa sith misin?
bulana kadar sittirip gider misin?



18 Eylül 2010 Cumartesi

bırak dağınık kalsın

dağınık bir masaüstü, akşam vakti bir sigara yakıyorum, dönüp şöyle bakınca düzenlemeye karar veriyorum. 
Sonra bir daha bakıp gülümsüyorum: "Bırak dağınık kalsın. Düzenliyken aradığını bu kadar iyi bulamıyorsun." 
Rota kahve yapmaya çevriliyor, lingo lingo şişeler türküsü ıslıkla çalınıyor...

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Yamuk Prensesler, Kutlu Prensler.


Daft Punk - Something About Us
Yükleyen daftpunk. - DiÄ�er müzik videolarına göz atın.


Şu müzikleri verip de "boşuna minnacık yerim var, onu da meşgul etmeyeyim, daha ziyade yazayım" diyorum ama, bir müzik parçası bazen bir romandan bile daha çok şey anlatıyor. 
Misal bu şarkı: "Doğru zaman olmayabilir, belki ben de doğru insan olamayabilirim. Ama hakkımızda söylemem gereken bir şey var, çünkü nasılsa aramızda bir şey var...." 
Doğru... Bir doğrunun peşinden gitmek için kaç yanlış yapıyor insan hiç düşündünüz mü? Sorun belki "doğru" yapma kaygısında. Demek istediğim doğru kişi nedir? Böyle bir şeyin olmadığını, doğruyu yapmaya çalışırken yanlış yaptığımızı kabul etsek, belki o zaman bir arpa boyu yol alabiliriz. Şu dünyada herkesin istediği "insanca" olan için neden "mükemmellik" koridorlarında taklitlerle kendimizi yıpratıyoruz ki? Vakti ile bir yerden aklımda kalmış: "mükemmellik saf basitliktir aslında" diye. Basitçe kendi olanlar dururken belki bir kahve içimi, belki bir saniye, belki de bitmeyecek insanca bir mükemmelliği bırakıp yamuk prensesler ve kutlu prenslere dönüştürüyoruz kendimizi... Uyan dostum.. Yoksa daha çok yolun var..
Karşımdakinde olması gerekenler: anlayışlıııııııı, poposundan alev çıkaraaannn.... demektense bende olması gerekenler nedir, hiç aklına gelen var mı?
bu kadar mı harikayız, bu mudur? haha yapmayın yahu...

22 Ağustos 2010 Pazar

Yabancı evim, tanıdık yabancım...


Başımı ellerimin arasına alıp gözlerimi kapatıyorum. Buraya geldiğimden beri alışamadığım mor ışık yüzünden artık bu ağrıya katlanamıyorum. Verdikleri gözlükleri takmak istemiyorum, herkes yabancı olduğunu biliyor o zaman. Konuşmaları bile değişiyor, "sen bilmezsin ama buralarda..." diye devam eden cümleler her defasında yeni bir çentik atıyor yüzüme. Yabancı! Sadece şu ışıkla derdinizin olmaması, bu mu sizi üstün yapıyor!
- Hayırdır? Sen iyi misin? diyen bir ses bölüyor düşüncelerimi. 
Başımı kaldırıp onu ilk defa yakından görüyorum, gözlük olmadan, bu ışıkta... Düşüncelerimin son kırıntıları aklımda yankılanırken cevap veremiyorum, sadece ona bakmakla yetiniyorum, daha doğrusu onu görmekle...
- İyi misin? diye soruyor yine, bu kez daha endişeli bir tavırla..
- Hiç, diyorum. Başım ağrıyor sadece..
- Gözlüklerini takmamışsın? Biliyorsun size söyledim en az 6 aya ihtiyacınız var alışmak için. Yoksa bunun gibi sorunlar çok can sıkar... dedi gözlerini kısarak.
- Biz... diye mırıldandım. 
Konuşurken bile yabancılara mensuptum, bizdik işte. Ben olamıyordum bu lanet yerde... İçimden yakıcı bir öfkenin kımıldamaya başladığını hissettim. Gözlerimi kapattım tekrar, ışık... 
- Özür dilerim, dedi. Sıkıntını anlayamadım.
Tekrar ona baktım. 
- Benim hatam dedi. Lütfen gözlüklerini takar mısın? Sana söz veriyorum bir daha böyle hissetmeyeceksin. 

Işık beni deli ediyor, ama onu gösterdiği biçim evde olmak gibi... Halbuki ev o gözlükleri takmak sanıyor. Bir gün oturduğun daireye gidip orada hiç tanımadığın insanların yerleştiğini görmen ve onlarla oturmaya mecbur olman gibi. Her zaman bildiğim sarı ışık beni yabancı yaparken, yabancısı olduğum bu mor ışık beni eve götürüyor ona bakarken. Anlatamadım. Bana bakmaya devam ederken taktım gözlükleri. Bir anda her şey düzeldi, yabancılık dışında...

- Hadi gel seni eve götüreyim, dedi. 

Bu acaip gezegende, bu acaip renkli güneşin altında yürümeye başladık, yabancı evime doğru...

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Unutulan eş...

İnsanlar kalabalık içinde yalnız kalmaktan bahseder... Peki yalnızken kalabalık içinde kaldığınızı fark ettiniz mi hiç? Kalabalık içinde yalnız kendinizi duyumsarken, yalnızken de başkalarını duyumsarsınız: geçmişten veya bugünden...
Bu "uyanık" zamanlardan kalan yerde de uyunur ve unutulur sanırsam... Gece ve gündüzün zıt değil eş olduğu... bunla ilgili bir hikaye yazmalıyım bak...

20 Ağustos 2010 Cuma

Cama Yapışan Böcek İlhamı


Olmasını çok istediğim bir şeyin olmadığı bir gün serviste giderken camın dışında hareket eden bir böcek gördüm.

"Şimdi otobana çıkınca dayanamaz." dedim. Otobana çıktık, ve o dayandı. O hıza rağmen, bir minik böcek, baş aşağı, dayandı.

İlham beni yine çepeçevre sarmaladı bunu görünce. Küçücük bir böcek oldum kafamda. Dayandım bende içimde esen o sert rüzgara. Baş aşağı, sustum dayandım...

Eski sevgiliye pizzafon


Eski sevgilimle, büyük bir tartışma sonrası ayrıldık. Bende kalan eşyalarını kızgınlığıma rağmen koliye koyup güzelce paketledim ve kendisine kargo ile yolladım. Ardından onda kalmış olan eşyalarım arasında çok kıymet verdiğim bir afişi geri istedim. Taşınırken masanın üzerine örtü yerine bu afişi serdiğini, afiyetle de üzerinde yemediğini bırakmadığını ve en sonunda attığını ve istersem ordan alabileceğimi söyledi... 
3 Hafta Sonra...


Sabah kalktım, kahvaltı ediyorum. Beni aradı, telefonu bende kalmış yollamamışım. Arayıp yollarım dedim. Telefonu bulduktan sonra "Telefon Borsasına" gittim. Telefonu 3 te bir fiyatına sattıktan sonra parası ile kendime Pizza Hut'tan mükellef bir pizza söyledim. Son dilimini bir kutunun içine koyarak, kutunun üzerine telefonun yazarak adresine gönderdim....

17 Ağustos 2010 Salı

12 Eylül



"Eğer bir yalanı yeteri kadar sık tekrar edersen bu siyasete dönüşür."

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Naked Brunch

Yıllar evvel, "The Closer" filmini izleyip ardından gelen Damien Rice çılgınlığına kapılanlar varsa anlarlar, işte öyle bir "Kim bu? Nasıl bir şarkıdır bu? Aman Allahımmm" anında şarkı sözünü aratırken karşıma çıktı Naked Brunch...
Yazdıkları ve seçtiklerinin arkasında yatan ince zevk ile çok severek okuduğum bloglardan biri oldu yıllarca. Şimdi ben de uzun zaman sonra geri dönünce yeni eklenen bu "izleyici" ekinde takipçisinin 9 olduğunu gördüm ve bu güzel blogdan bahsetme gereği duydum.
Yeni yetmelerin "lan,lun"lu konuşmaları ya da gotik türk kızı, şimdilerde türk lady gaga sendromu ile yazdıkları o blogların en az 150 tane izleyicisi varken, içerik olarak bu kadar zengin bir blogun es geçilmemesi gerektiği kanaatindeyim. 100 kelime ile yazı yazan ve 5000 kelime ile yazı yazan yazar farkı gibi içerikte yararlanılan kaynaklar, konulan kesitlerin çok çarpıcı olduğunu düşünüyorum.
Gerçi izlediğim bloglarda var, yine de adresi buradan da vereyim:
nakedbrunch.blogspot.com

15 Ağustos 2010 Pazar

Süleyman Abla









Bir yaz günüydü. Bundan yıllar önce, henüz yeni yetme bir kızken Şaşkınbakkal'dan Fenerbahçe'ye kadar olan sahil yolunda yürüyüş yapıyordum. O zamanlar Caddebostan plajı henüz yapılmamıştı.

Onun yerine kayıkların çekildiği bir alan, oranın gediklisi birkaç balıkçı ve hala bugün de duran iskele vardı. O zamanlar hobi edinme anlayışım ince bir zevkten çok maymun iştahlılıktan kaynaklanan kısa süreli meraklar silsilesi ile tam gaz devam etmekteydi. O günlerde balık tutmak çok merak ettiğim ve gözümde bin türlü gizemli perdenin arkasına bürünmüş bir şeydi. Tam Caddebostan'da ki o alana geldiğimde yan yana balık tutmakta olan 3 kişiye rastladım. Ellerinde de şu çok büyük olan oltalardan... Hali ile gözlerim kamaştı, hemen içlerinden en şişman olanına yanaşıp (şişmanları hep daha sempatik bulmuşumdur): "Affedersiniz" dedim, "şu elinizdeki oltaları nasıl kullanıyorsunuz?". Adam bana doğru döndü, gülümseyerek: "Ne yapacaksın bakalım?" dedi.

Bende merak ettiğimi söyleyip fiyatını sordum. O zamanın parası ve benim yaşım itibarı ile oldukça yüksek gelen bir rakam söyleyince ben "yaaaaa" diyerek teşekkür ettim ve tam oradan uzaklaşacakken arkamdan "Kızım! Kızım!" diye bağırdı. Geriye dönünce balık tutmayı sevip sevmediğimi sordu. Bende tam bilmem diyecekken, "Benim on dakika bir yere gitmem lazım, benim yerime sen oltaya göz kulak olurmusun?" diye sordu. Olur mu dedim, o da olur olur diyerek elime oltayı tutuşturdu ve on dakikaya orada olacağını söyleyerek uzaklaşmaya başladı. Ben elimde olta ile kalakaldım. Yandakiler oturmamı söyleyip oltayı nasıl tutacağımı gösterdiler. Tabi benim olur mu kısmı aklımdan uçtu gitti, heyecanla başladım oltayı sallamaya!

Yalnız sallarım sallayamam, taşa takılır, tişörtüme takılır, beceremedim kısacası. Ve her beceremeyen insan gibi beş dakikaya kalmaz sıkıldım... Öf nerde bu adam derken gerçekten de on dakikaya kalmaz omzuma bir el pat pat vurdu. Bir baktım amca. "Ay iyiki geldiniz amca" dedim minnetle. Maviş maviş gözlerini kırpıştırarak güldü o da. "Noldu sevdin mi?" diye sorunca, "çok sıkıldım be amca" dedim. O da yine gülerek bu işlerin emek istediğini söyledi. Ardından aramızda şöyle bir konuşma oldu...
- Emek istiyor mu bilemem de hakikaten çok sıkıldım amca, ha ha ha. Peki size bir şey soracağım, bana nasıl güvendiniz de oltayı verdiniz? - Yanına bak. (Yanında diğer oturan iki kişiyi kastediyordu.) Bir de arkana bak. ( Arkaya daha geriye baktığımda minik taburelerde oturan bir grup balıkçı gördüm. ) Onlar sana göz kulak oluyorlardı. Bu arada kızım benim adım Süleyman. Canın ne zaman böyle balık tutmak isterse gel buraya, beni sor Süleyman Abla de, gösterirler.
- Süleyman Abla mı! (Gülsem gülemem ayıp ama dayanamadım gülmeye başladım.) Öhhö öhhö, affedersin amca, da neden Abla?
- Sorma kızım, bunlara diyorum laf anlamıyorlar, Allah'tan sakalla göbek kurtarıyor dedi gülerek...
Yanındakiler "Ablacım, neden öyle diyorsun?" diyerek gülmeye başladılar. Meğer bu Süleyman Abla çok yardımsever bir insanmış. Kimin ne derdi olursa koşturduğu için "Güzin Abla" gibisinden başlayarak zamanla "Süleyman Abla" demeye başlamışlar adamcağıza... Daha sonra neden bilmem onu görmeye gitmedim.

Sonra Ankara'ya taşındık, derken birgün yine yolum oradan geçerken aklıma düştü. Caddebostan iskelesinde oturan iki kişi gördüm, yanlarına yaklaşıp, "Pardon dedim, burada eskiden bir Süleyman Abla diye birisi vardı. Haberiniz var mı acaba?". Adamlar hem sıcağın hem de içtikleri bira mı şarap mı neyse, onun etkisinden de olsa gerek mal mal yüzüme baktılar.. Sonra biri diğerine döndü: "Memet la, Süleyman Abla mı dedi bana mı öle geldi?" dedi. Öbürüde "Valla öle dedi abi." deyince dönüp gene mal mal bana baktılar. Bende korktum, "eee yok bir şey yok yok" diyerek koşarak uzaklaştım oradan.

Canım Süleyman Abla nerelerdesindir kim bilir...

"Denizi daima seveceğim. İçimdeki her şeyi hep barışçı bir hale getirecek". demiş Albert Camus "Amerikan Günlükleri"nde... Ben de denizin insanlar üzerinde bir etkisi olduğuna inanıyorum. Dahası denizle çok fazla haşır neşir olan insanların ruhlarının da, "su gibi" derler ya, berraklaştığını düşünüyorum. Süleyman Abla ile tanıştığım o yaz ruhlarının berraklaştığı gibi, karşıdaki insanları sezme yeteneklerinin de arttığına inandım...

Ramazan Ayı

Ateist olmayan, kendince bir Allah inancı olan biri olarak Ramazan ayı bugünün Türkiye'sinde beni hüzünlendiriyor. Din ile liberal muhafazakarların politikalarının bir tutulması hakkında yorum yapmama bile değmez.. Sadece annemlerin, anneannemlerin zamanındaki rumlar ve ermenilerle birlikte yaşanılan sokakların yerinde bugün yeller eserken, değil onları Balkan asıllı Türk ailelerine bile sabetayist onlar diyerek "Anadolu insanı"ndan dem vuranların cirit attığı bir yerde, bizler ve onlar diyarında, illa bir şeyler ötekileştirilirken içimden kısa bir gülümseme geçiyor o kadar...


Yine de Nesimi'den bir alıntı yaparak herkesin Ramazan ayını kutlarım.. Tabir-i caiz ise kimsenin minnet eylememesi dileğimle...


Har içinde biten gonca güle minnet eylemem
Arabi farisi bilmem, dile minnet eylemem
Sırat-i müstakim üzre gözetirim rahimi
İblisin talim ettiği yola minnet eylemem

Bir acaip derde düştüm herkes gider karına
Bugün buldum bugün yerim, hak kerimdir yarına
Zerrece tamahım yoktur şu dünyanın varına
Rizkimi veren huda dir kula minnet eylemem

Oy nesimi, can nesimi ol gani mihman iken
Yarın şefaatlarım ahmed-i muhtar iken
Cümlenin rızkını veren ol gani settar iken
Yeryüzünün halifesi hünkara minnet eylemem

Kilroy Buradaydı...


Çoook zaman olmuş... Blogu daha önce iki defa silmiştim, şu anda niye sildiğimi tam hatırlayamasamda geçerli bir sebebim vardır herhalde diye avutuyorum kendimi))
Yaş aldıkça insanın zikri de epeyce değişiyor, şimdi bakıyorum da 2006 yılında açılan bu blogun ismine (Tulle-Dime=Tulle Dimensions, Tülden Boyutlar), o zamanlarda dünyayı tül bir perdeye sarınmış gibi gizemlerle dolup taşan bir yer olarak gören bu gözlerin pek beğendiği bu ad şu anda sadece basitlik ve sadelikten yana olan yine aynı gözlere Taç Linen reklamlarını çağrıştırıyor.)
Ama yine de ismi değiştirmeyeceğim, bazı şeylerin aynı kalması geriye döndüğünde güzel bir harita seriyor önüne, hımm nereden gelmişim nereye gitmekteyim misali...
Eski blog da insan ve insana dair hikayeler anlatmak amacında iken bu amacımı günlük ıvır zıvır yüzünden pek gerçekleştirememiştim, belki bu sefer olur...
Eskiden, 15 yıl kadar oldu sanırım, "Duvar Yazısıyız Biz" diye bir kitap vardı. Dünyanın her yerine yazılmış olan grafiti örneklerini anlatıyordu. Onlardan birinde "Kilroy" diye bir karakterden bahsediyordu. Yaklaşık 50 sene boyunca dünyanın demeyeyim de Anglo sakson ülkelerde "Kilroy was here" diye bir yazı pek çok yeri süslemiş, ama Kilroy kimdir bilen yok... (Meraklısına http://en.wikipedia.org/wiki/Kilroy_was_here) Ondan alıntı yaparak, blog yazma ve silme olayları ile işgal ettiğim bu minnacık yerde yeniden bir şeyler paylaşmaya çalışacağım, "Kilroy is back" diyelim o zaman (yankee eve dön diye bağıranları duyuyorum!)... Kendi kendine denmez ya, yine de hoş gelmişim...