Tulle Dime

Tulle Dimensions. Gerçek ya da kurgu muydu, yoksa gerzek ve karga mıydı?

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Yamuk Prensesler, Kutlu Prensler.


Daft Punk - Something About Us
Yükleyen daftpunk. - DiÄ�er müzik videolarına göz atın.


Şu müzikleri verip de "boşuna minnacık yerim var, onu da meşgul etmeyeyim, daha ziyade yazayım" diyorum ama, bir müzik parçası bazen bir romandan bile daha çok şey anlatıyor. 
Misal bu şarkı: "Doğru zaman olmayabilir, belki ben de doğru insan olamayabilirim. Ama hakkımızda söylemem gereken bir şey var, çünkü nasılsa aramızda bir şey var...." 
Doğru... Bir doğrunun peşinden gitmek için kaç yanlış yapıyor insan hiç düşündünüz mü? Sorun belki "doğru" yapma kaygısında. Demek istediğim doğru kişi nedir? Böyle bir şeyin olmadığını, doğruyu yapmaya çalışırken yanlış yaptığımızı kabul etsek, belki o zaman bir arpa boyu yol alabiliriz. Şu dünyada herkesin istediği "insanca" olan için neden "mükemmellik" koridorlarında taklitlerle kendimizi yıpratıyoruz ki? Vakti ile bir yerden aklımda kalmış: "mükemmellik saf basitliktir aslında" diye. Basitçe kendi olanlar dururken belki bir kahve içimi, belki bir saniye, belki de bitmeyecek insanca bir mükemmelliği bırakıp yamuk prensesler ve kutlu prenslere dönüştürüyoruz kendimizi... Uyan dostum.. Yoksa daha çok yolun var..
Karşımdakinde olması gerekenler: anlayışlıııııııı, poposundan alev çıkaraaannn.... demektense bende olması gerekenler nedir, hiç aklına gelen var mı?
bu kadar mı harikayız, bu mudur? haha yapmayın yahu...

22 Ağustos 2010 Pazar

Yabancı evim, tanıdık yabancım...


Başımı ellerimin arasına alıp gözlerimi kapatıyorum. Buraya geldiğimden beri alışamadığım mor ışık yüzünden artık bu ağrıya katlanamıyorum. Verdikleri gözlükleri takmak istemiyorum, herkes yabancı olduğunu biliyor o zaman. Konuşmaları bile değişiyor, "sen bilmezsin ama buralarda..." diye devam eden cümleler her defasında yeni bir çentik atıyor yüzüme. Yabancı! Sadece şu ışıkla derdinizin olmaması, bu mu sizi üstün yapıyor!
- Hayırdır? Sen iyi misin? diyen bir ses bölüyor düşüncelerimi. 
Başımı kaldırıp onu ilk defa yakından görüyorum, gözlük olmadan, bu ışıkta... Düşüncelerimin son kırıntıları aklımda yankılanırken cevap veremiyorum, sadece ona bakmakla yetiniyorum, daha doğrusu onu görmekle...
- İyi misin? diye soruyor yine, bu kez daha endişeli bir tavırla..
- Hiç, diyorum. Başım ağrıyor sadece..
- Gözlüklerini takmamışsın? Biliyorsun size söyledim en az 6 aya ihtiyacınız var alışmak için. Yoksa bunun gibi sorunlar çok can sıkar... dedi gözlerini kısarak.
- Biz... diye mırıldandım. 
Konuşurken bile yabancılara mensuptum, bizdik işte. Ben olamıyordum bu lanet yerde... İçimden yakıcı bir öfkenin kımıldamaya başladığını hissettim. Gözlerimi kapattım tekrar, ışık... 
- Özür dilerim, dedi. Sıkıntını anlayamadım.
Tekrar ona baktım. 
- Benim hatam dedi. Lütfen gözlüklerini takar mısın? Sana söz veriyorum bir daha böyle hissetmeyeceksin. 

Işık beni deli ediyor, ama onu gösterdiği biçim evde olmak gibi... Halbuki ev o gözlükleri takmak sanıyor. Bir gün oturduğun daireye gidip orada hiç tanımadığın insanların yerleştiğini görmen ve onlarla oturmaya mecbur olman gibi. Her zaman bildiğim sarı ışık beni yabancı yaparken, yabancısı olduğum bu mor ışık beni eve götürüyor ona bakarken. Anlatamadım. Bana bakmaya devam ederken taktım gözlükleri. Bir anda her şey düzeldi, yabancılık dışında...

- Hadi gel seni eve götüreyim, dedi. 

Bu acaip gezegende, bu acaip renkli güneşin altında yürümeye başladık, yabancı evime doğru...

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Unutulan eş...

İnsanlar kalabalık içinde yalnız kalmaktan bahseder... Peki yalnızken kalabalık içinde kaldığınızı fark ettiniz mi hiç? Kalabalık içinde yalnız kendinizi duyumsarken, yalnızken de başkalarını duyumsarsınız: geçmişten veya bugünden...
Bu "uyanık" zamanlardan kalan yerde de uyunur ve unutulur sanırsam... Gece ve gündüzün zıt değil eş olduğu... bunla ilgili bir hikaye yazmalıyım bak...

20 Ağustos 2010 Cuma

Cama Yapışan Böcek İlhamı


Olmasını çok istediğim bir şeyin olmadığı bir gün serviste giderken camın dışında hareket eden bir böcek gördüm.

"Şimdi otobana çıkınca dayanamaz." dedim. Otobana çıktık, ve o dayandı. O hıza rağmen, bir minik böcek, baş aşağı, dayandı.

İlham beni yine çepeçevre sarmaladı bunu görünce. Küçücük bir böcek oldum kafamda. Dayandım bende içimde esen o sert rüzgara. Baş aşağı, sustum dayandım...

Eski sevgiliye pizzafon


Eski sevgilimle, büyük bir tartışma sonrası ayrıldık. Bende kalan eşyalarını kızgınlığıma rağmen koliye koyup güzelce paketledim ve kendisine kargo ile yolladım. Ardından onda kalmış olan eşyalarım arasında çok kıymet verdiğim bir afişi geri istedim. Taşınırken masanın üzerine örtü yerine bu afişi serdiğini, afiyetle de üzerinde yemediğini bırakmadığını ve en sonunda attığını ve istersem ordan alabileceğimi söyledi... 
3 Hafta Sonra...


Sabah kalktım, kahvaltı ediyorum. Beni aradı, telefonu bende kalmış yollamamışım. Arayıp yollarım dedim. Telefonu bulduktan sonra "Telefon Borsasına" gittim. Telefonu 3 te bir fiyatına sattıktan sonra parası ile kendime Pizza Hut'tan mükellef bir pizza söyledim. Son dilimini bir kutunun içine koyarak, kutunun üzerine telefonun yazarak adresine gönderdim....

17 Ağustos 2010 Salı

12 Eylül



"Eğer bir yalanı yeteri kadar sık tekrar edersen bu siyasete dönüşür."

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Naked Brunch

Yıllar evvel, "The Closer" filmini izleyip ardından gelen Damien Rice çılgınlığına kapılanlar varsa anlarlar, işte öyle bir "Kim bu? Nasıl bir şarkıdır bu? Aman Allahımmm" anında şarkı sözünü aratırken karşıma çıktı Naked Brunch...
Yazdıkları ve seçtiklerinin arkasında yatan ince zevk ile çok severek okuduğum bloglardan biri oldu yıllarca. Şimdi ben de uzun zaman sonra geri dönünce yeni eklenen bu "izleyici" ekinde takipçisinin 9 olduğunu gördüm ve bu güzel blogdan bahsetme gereği duydum.
Yeni yetmelerin "lan,lun"lu konuşmaları ya da gotik türk kızı, şimdilerde türk lady gaga sendromu ile yazdıkları o blogların en az 150 tane izleyicisi varken, içerik olarak bu kadar zengin bir blogun es geçilmemesi gerektiği kanaatindeyim. 100 kelime ile yazı yazan ve 5000 kelime ile yazı yazan yazar farkı gibi içerikte yararlanılan kaynaklar, konulan kesitlerin çok çarpıcı olduğunu düşünüyorum.
Gerçi izlediğim bloglarda var, yine de adresi buradan da vereyim:
nakedbrunch.blogspot.com

15 Ağustos 2010 Pazar

Süleyman Abla









Bir yaz günüydü. Bundan yıllar önce, henüz yeni yetme bir kızken Şaşkınbakkal'dan Fenerbahçe'ye kadar olan sahil yolunda yürüyüş yapıyordum. O zamanlar Caddebostan plajı henüz yapılmamıştı.

Onun yerine kayıkların çekildiği bir alan, oranın gediklisi birkaç balıkçı ve hala bugün de duran iskele vardı. O zamanlar hobi edinme anlayışım ince bir zevkten çok maymun iştahlılıktan kaynaklanan kısa süreli meraklar silsilesi ile tam gaz devam etmekteydi. O günlerde balık tutmak çok merak ettiğim ve gözümde bin türlü gizemli perdenin arkasına bürünmüş bir şeydi. Tam Caddebostan'da ki o alana geldiğimde yan yana balık tutmakta olan 3 kişiye rastladım. Ellerinde de şu çok büyük olan oltalardan... Hali ile gözlerim kamaştı, hemen içlerinden en şişman olanına yanaşıp (şişmanları hep daha sempatik bulmuşumdur): "Affedersiniz" dedim, "şu elinizdeki oltaları nasıl kullanıyorsunuz?". Adam bana doğru döndü, gülümseyerek: "Ne yapacaksın bakalım?" dedi.

Bende merak ettiğimi söyleyip fiyatını sordum. O zamanın parası ve benim yaşım itibarı ile oldukça yüksek gelen bir rakam söyleyince ben "yaaaaa" diyerek teşekkür ettim ve tam oradan uzaklaşacakken arkamdan "Kızım! Kızım!" diye bağırdı. Geriye dönünce balık tutmayı sevip sevmediğimi sordu. Bende tam bilmem diyecekken, "Benim on dakika bir yere gitmem lazım, benim yerime sen oltaya göz kulak olurmusun?" diye sordu. Olur mu dedim, o da olur olur diyerek elime oltayı tutuşturdu ve on dakikaya orada olacağını söyleyerek uzaklaşmaya başladı. Ben elimde olta ile kalakaldım. Yandakiler oturmamı söyleyip oltayı nasıl tutacağımı gösterdiler. Tabi benim olur mu kısmı aklımdan uçtu gitti, heyecanla başladım oltayı sallamaya!

Yalnız sallarım sallayamam, taşa takılır, tişörtüme takılır, beceremedim kısacası. Ve her beceremeyen insan gibi beş dakikaya kalmaz sıkıldım... Öf nerde bu adam derken gerçekten de on dakikaya kalmaz omzuma bir el pat pat vurdu. Bir baktım amca. "Ay iyiki geldiniz amca" dedim minnetle. Maviş maviş gözlerini kırpıştırarak güldü o da. "Noldu sevdin mi?" diye sorunca, "çok sıkıldım be amca" dedim. O da yine gülerek bu işlerin emek istediğini söyledi. Ardından aramızda şöyle bir konuşma oldu...
- Emek istiyor mu bilemem de hakikaten çok sıkıldım amca, ha ha ha. Peki size bir şey soracağım, bana nasıl güvendiniz de oltayı verdiniz? - Yanına bak. (Yanında diğer oturan iki kişiyi kastediyordu.) Bir de arkana bak. ( Arkaya daha geriye baktığımda minik taburelerde oturan bir grup balıkçı gördüm. ) Onlar sana göz kulak oluyorlardı. Bu arada kızım benim adım Süleyman. Canın ne zaman böyle balık tutmak isterse gel buraya, beni sor Süleyman Abla de, gösterirler.
- Süleyman Abla mı! (Gülsem gülemem ayıp ama dayanamadım gülmeye başladım.) Öhhö öhhö, affedersin amca, da neden Abla?
- Sorma kızım, bunlara diyorum laf anlamıyorlar, Allah'tan sakalla göbek kurtarıyor dedi gülerek...
Yanındakiler "Ablacım, neden öyle diyorsun?" diyerek gülmeye başladılar. Meğer bu Süleyman Abla çok yardımsever bir insanmış. Kimin ne derdi olursa koşturduğu için "Güzin Abla" gibisinden başlayarak zamanla "Süleyman Abla" demeye başlamışlar adamcağıza... Daha sonra neden bilmem onu görmeye gitmedim.

Sonra Ankara'ya taşındık, derken birgün yine yolum oradan geçerken aklıma düştü. Caddebostan iskelesinde oturan iki kişi gördüm, yanlarına yaklaşıp, "Pardon dedim, burada eskiden bir Süleyman Abla diye birisi vardı. Haberiniz var mı acaba?". Adamlar hem sıcağın hem de içtikleri bira mı şarap mı neyse, onun etkisinden de olsa gerek mal mal yüzüme baktılar.. Sonra biri diğerine döndü: "Memet la, Süleyman Abla mı dedi bana mı öle geldi?" dedi. Öbürüde "Valla öle dedi abi." deyince dönüp gene mal mal bana baktılar. Bende korktum, "eee yok bir şey yok yok" diyerek koşarak uzaklaştım oradan.

Canım Süleyman Abla nerelerdesindir kim bilir...

"Denizi daima seveceğim. İçimdeki her şeyi hep barışçı bir hale getirecek". demiş Albert Camus "Amerikan Günlükleri"nde... Ben de denizin insanlar üzerinde bir etkisi olduğuna inanıyorum. Dahası denizle çok fazla haşır neşir olan insanların ruhlarının da, "su gibi" derler ya, berraklaştığını düşünüyorum. Süleyman Abla ile tanıştığım o yaz ruhlarının berraklaştığı gibi, karşıdaki insanları sezme yeteneklerinin de arttığına inandım...

Ramazan Ayı

Ateist olmayan, kendince bir Allah inancı olan biri olarak Ramazan ayı bugünün Türkiye'sinde beni hüzünlendiriyor. Din ile liberal muhafazakarların politikalarının bir tutulması hakkında yorum yapmama bile değmez.. Sadece annemlerin, anneannemlerin zamanındaki rumlar ve ermenilerle birlikte yaşanılan sokakların yerinde bugün yeller eserken, değil onları Balkan asıllı Türk ailelerine bile sabetayist onlar diyerek "Anadolu insanı"ndan dem vuranların cirit attığı bir yerde, bizler ve onlar diyarında, illa bir şeyler ötekileştirilirken içimden kısa bir gülümseme geçiyor o kadar...


Yine de Nesimi'den bir alıntı yaparak herkesin Ramazan ayını kutlarım.. Tabir-i caiz ise kimsenin minnet eylememesi dileğimle...


Har içinde biten gonca güle minnet eylemem
Arabi farisi bilmem, dile minnet eylemem
Sırat-i müstakim üzre gözetirim rahimi
İblisin talim ettiği yola minnet eylemem

Bir acaip derde düştüm herkes gider karına
Bugün buldum bugün yerim, hak kerimdir yarına
Zerrece tamahım yoktur şu dünyanın varına
Rizkimi veren huda dir kula minnet eylemem

Oy nesimi, can nesimi ol gani mihman iken
Yarın şefaatlarım ahmed-i muhtar iken
Cümlenin rızkını veren ol gani settar iken
Yeryüzünün halifesi hünkara minnet eylemem

Kilroy Buradaydı...


Çoook zaman olmuş... Blogu daha önce iki defa silmiştim, şu anda niye sildiğimi tam hatırlayamasamda geçerli bir sebebim vardır herhalde diye avutuyorum kendimi))
Yaş aldıkça insanın zikri de epeyce değişiyor, şimdi bakıyorum da 2006 yılında açılan bu blogun ismine (Tulle-Dime=Tulle Dimensions, Tülden Boyutlar), o zamanlarda dünyayı tül bir perdeye sarınmış gibi gizemlerle dolup taşan bir yer olarak gören bu gözlerin pek beğendiği bu ad şu anda sadece basitlik ve sadelikten yana olan yine aynı gözlere Taç Linen reklamlarını çağrıştırıyor.)
Ama yine de ismi değiştirmeyeceğim, bazı şeylerin aynı kalması geriye döndüğünde güzel bir harita seriyor önüne, hımm nereden gelmişim nereye gitmekteyim misali...
Eski blog da insan ve insana dair hikayeler anlatmak amacında iken bu amacımı günlük ıvır zıvır yüzünden pek gerçekleştirememiştim, belki bu sefer olur...
Eskiden, 15 yıl kadar oldu sanırım, "Duvar Yazısıyız Biz" diye bir kitap vardı. Dünyanın her yerine yazılmış olan grafiti örneklerini anlatıyordu. Onlardan birinde "Kilroy" diye bir karakterden bahsediyordu. Yaklaşık 50 sene boyunca dünyanın demeyeyim de Anglo sakson ülkelerde "Kilroy was here" diye bir yazı pek çok yeri süslemiş, ama Kilroy kimdir bilen yok... (Meraklısına http://en.wikipedia.org/wiki/Kilroy_was_here) Ondan alıntı yaparak, blog yazma ve silme olayları ile işgal ettiğim bu minnacık yerde yeniden bir şeyler paylaşmaya çalışacağım, "Kilroy is back" diyelim o zaman (yankee eve dön diye bağıranları duyuyorum!)... Kendi kendine denmez ya, yine de hoş gelmişim...