Mekan: Ankara’da ismi lazım değil bir semtin, ismi lazım
değil bir kavşağı…
Zaman: Sabahın çok erken saatleri, hafta içi...
O sabah bindiğim otobüs her zamankinden daha kalabalıktı.
Böyle zamanlarda etraftaki insanların yüzündeki memnuniyetsizliği fark edince, benim de yüzüm asılıyor ve herkesle içimden
aynı şarkıyı tutturuyorum: “Sevemiyorum sizi. Bakamıyorum yüzünüze;
yorgunluğunuza, bıkkınlığınıza… Şaşırıyorum bazen kendime, halbuki insanları
severim ben, ama sizi sevemiyorum."
Malum memnuniyetsizlik denen
mefhumun aynası kırık, tamamen senden yayılır ama bakınca hep başkalarını
görürsün…
Kendi durağıma geldiğimde offff diyerek
dışarı atıyorum kendimi. İstiyorum ki hava “Naber güzelim?” desin, şöyle bir
okşasın yüzümü… Böyle kısa bir flörtten sonra bir soluk alıp kavşağa geliyorum
ve bu kez güzergahıma gidecek minibüsü bekliyorum. Ve o an kameram karşıdaki
simit satan küçük bir çocuğa takılıyor. Öylesine bakarken arkasından elinde
simit tezgahı olan büyük bir adamın çocuğa doğru bağırarak geldiğini fark
ediyorum. Adam “Hölololloalalaghhhhh sitiir höaghhh” nidaları atarak gelirken
çocuk acele ile tepsisini alıp uzaklaşıyor ve ardında 3 bilemedin 4 simit
düşüyor yola.
Adam çocuktan boşalan yere
geliyor, çocuğun arkasından bakarken güldüğünü görüyorum. Dikkatimi çeken
gülüşünün kötü adamların “nihohoho” diye attığı kahkahaları andırmaması. Hayır
eminim böyle bir şey değil. Daha çok hakkını savunmuş ve zorlukla kazanmış
birinin takındığına benzer bir tavrı vardı. Sağa sola baktı, çocuktan kalan
simitleri yerden aldı ve onları bir torbaya koyup duvarın üstüne bıraktı.
Keşke kötü adamlar gibi gülseydi, o zaman
kızabilirdim ona. Ama anladım ki o da kaçan bir çocuktu zamanında. Kaçan çocuk
da o olacaktı….